
Dünya’nın Uydusu
AY
“Bu,
bir insan için küçük bir adım, insanlık içinse dev bir
sıçramadır." Neil Armstrong'un Ay'daki Sessizlik
Denizi'nin çıplak kayalıklarına ilk ayak bastığı an
söylediği bu söz hiçbir zaman unutulmayacak.
Hatırlıyorum da, o an nihayet Ay'ın bütün sırlarını
çözdük gibi bir kanıya kapılmıştık. Ama çok yanılmışız;
Ay hâlâ sürprizlerle dolu.
Güneş'i bir kenara bırakırsak, Ay bizim için
gökyüzündeki en şahane cisim. Eski zamanlarda Ay'a
tapınmanın sık görülür bir durum olması hiç şaşırtıcı
değil; hatta bu bazı ülkelerde hâlâ sürüyor. Bugün
biliyoruz ki Ay bu yüksek mertebesini bize çok yakın
oluşuna borçlu. Dünya ile Ay arasındaki ortalama uzaklık
dörtyüz bin kilometreden az; bu da demektir ki Ay bize,
Venüs'ün Dünya'ya en yakın olduğu halinden yaklaşık yüz
kere daha yakın.
Daha önce de söylediğim gibi, bana kalırsa Dünya ile Ay,
bir gezegen ile uydusu gibi değil, bir gezegen çiftiymiş
gibi görülmeli. Dünya'nın kütlesi Ay'ınkinin 81 katıdır;
ancak diğer gezegen-uydu çiftlerine baktığımızda bu
farkın çok daha fazla olduğunu görürüz (Her zamanki gibi
Plüton'u saymıyorum). Satürn'ün uydularının en büyüğü
olan Titan'ın kütlesi, Satürn'ünkinin 1/4150'si
kadardır. Jüpiter'in, Merkür'den büyük olan uydusu
Ganymede'nin durumu ise çok daha acıklıdır. Demek
istediğim, Ay'ın durumu istisnaidir; onu özel bir konuma
yerleştirmeliyiz.
Bugüne kadar Ay'ın oluşumu ile ilgili çok çeşitli
fikirler ortaya atılmıştır; hâlâ da bu konunun tam
olarak açıklığa kavuşturulduğunu söyleyemeyiz. Ama en
azından elimizde bize yardımcı olabilecek şeyler var.
Apollo astronotlarının getirdiği örneklerin ve Rusların
insansız uzay araçlarının elde ettiği bilgilerin
incelenmesi sonucunda Dünya ile Ay'ın yaklaşık aynı
yaşta olduğunu öğrendik. Ayrıca Ay'ın yoğunluğunun
Dünya'nınkinden daha düşük olduğunu da biliyoruz. Ay
kendisiyle aynı miktardaki sudan 3,3 kat daha 'ağır'ken
bu sayı Dünya için 5,5'tur. Ay'ın ortalama yoğunluğu,
Dünya'nın manto tabakasının yoğunluğu kadardır. Manyetik
alanının yokluğuna bakılacak olursa çekirdeğinin katı
kısmının ağırlığı ise çok azdır.

Şekil 1. Ay’ın oluşumuna ilişkin Gel-Git Kuramı.
Ama ne
yazık ki matematiksel açıdan savunulamaz. Zaten şu anda
geçerliliğini korumuyor.
Genel kabul gören ilk kuram, büyük tabiat bilgisi uzmanı
Darwin'in oğlu olan Sir George Darwin'e aitti. Darwin,
başlangıçta Dünya ile Ay'ın sıvı bir küremsi şeklinde
tek bir cisim olduğunu ve Ay'ın, Güneş'in gelgit
etkisiyle zaman içinde, bu bütünden koptuğunu iddia
ediyordu. Bu fikre dayanan farklı bir görüşte ise sözü
geçen ayrılmadan önce Dünya’nın, yüzeyinde ince bir
kabuk oluşumuna imkân verecek kadar soğuduğu
varsayılıyordu. Daha sonra geçirildiği öne sürülen
evreler de ayrıntılı bir biçimde anlatılıyordu: Dünya
ekseni üzerinde hızla dönerken 'kararsız denge' olarak
adlandırılan süreci yaşıyordu. Sonra biçim değiştirmeye
başladı ve yumurta şeklini alarak kısalan ekseni
etrafında dönmeyi sürdürdü. Bu sırada üzerinde iki ana
gücün etkisi vardı: Güneş'in neden olduğu gelgit ve
kendi doğal titreşim dönemi. Bu iki güç şiddetlendiğinde
(yani birarada görüldüğünde) gelgit o kadar arttı ki
cisim önce damla sonra da dambıl şeklini aldı. Ancak
dambılın 'top'larından biri (Dünya), diğerinden
(gelecekteki Ay) çok daha büyüktü. Daha sonra dambılın
sapı koptu ve Ay, Dünya'dan ayrılarak sabit bir yörünge
üzerine oturdu.
Bu garip bölünme kuramının ateşli destekleyicilerinden
biri de esas ilgi alanı Ay olan Amerikalı gök bilimci W.
H. Pickering'ti. 1938 gibi yakın bir tarihte ölmüş olan
Pickering, Darwin'den de ileri gitti. Dünya'nın ince bir
kabuk bağladığı görüşü doğruysa, Ay'ın Dünya'dan koptuğu
bölgedeki yerkabuğunda büyük bir çukur olması gerekir,
diyen Pickering, Ay'ın ardında bıraktığı bu büyük
yaranın şu anda Pasifik Okyanusu tarafından
doldurulduğunu iddia ediyordu. Bölünme sırasında yaşanan
şok, narin kabuğun başka yerlerinden kırılmasına yol
açacak kadar da şiddetliydi. Oldukça akla yatkın
görünüyor; ama ne yazık ki daha sonra bu kuramın
matematiksel açıdan işlerliğinin olmadığı anlaşıldı.
Darwin'in inandığı gibi, gerçekten de Dünya'dan Ay
büyüklüğünde madde kopabilir. Ancak bu madde hiçbir
durumda birarada bir bütün olarak kalamaz; parçalanır ve
bu parçaların büyük bir kısmı veya hepsi tekrar Dünya'ya
düşer.
Daha sonra, tek başına, bağımsız bir gezegen olarak
uzayda 'gezinen' Ay'ın, Dünya'ya çok yakın bir mesafeden
geçerken Dünya tarafından yakalandığı fikri öne sürüldü.
Bir başka görüş de Dünya ile Ay'ın uzayın aynı
bölgesinde aynı zamanda oluştukları ve dolayısıyla hep
birlikte kaldıkları yönündeydi, ilk görüş beraberinde
bazı zorluklar da getiriyor; çünkü böyle bir durumun
gerçekleşmesi birçok özel koşulun gerçekleşmesiyle
yakından ilgili. Yoksa Ay ya Dünya'ya çarpar ya da
Dünya'nın yanından geçip giderek özgür hayatına devam
eder.
Bu konudaki son kuram, 1974 yılında W. Hartmann ve D. R.
Davis tarafından öne sürüldü. Onların görüşüne göre
Dünya ile Mars büyüklüğünde bir cisim çarpışıyor. Bu
sırada Dünya ile ona çarpan cismin çekirdekleri
birleşiyor ve çarpışma sırasında etrafa saçılan
yerkabuğu parçacıkları Dünya’nın çevresinde bir bulut
oluşturuyor. Daha sonra bu bulut yoğunlaşarak Ay'ı
meydana getiriyor. Böylece Ay'ın yoğunluğunun
Dünya'nınkinden düşük oluşu da açıklanmış oluyor. Tabii
yine bazı sorunlar var, ama en azından bu kuram ümit
vaad ediyor.
Genellikle 'Ay, Dünya'nın etrafında döner' denir. Evet
bu bir bakıma doğrudur ancak olan biteni tam olarak
açıklamaz. Çok açık bir şekilde söylemek gerekirse,
Dünya ile Ay, ortak ağırlık merkezleri etrafında,
gövdesinden tutularak çevrilen bir dambılın iki topu
gibi dönerler. Dünya Ay'dan 81 kat daha büyük
olduğundan, bu bahsi geçen ortak ağırlık merkezi yani
kütle merkezi Dünya'ya yakın bir noktada hatta Dünya'nın
küresi içerisinde yer alır. Yani Ay'ın kütlesinin ihmal
edilebilir olduğunu gözönünde tutarsak başta
söylediğimiz basit cümle doğru sayılabilir.
Herkes Ay'ın evrelerine aşinadır. Muhtemelen insanlık
tarihinin ilk günlerinden beri biliniyorlardır. Ay'ın
güneş ışığını yansıttığının anlaşılmasından sonra,
evreler konusunda esrarengiz birşey de kalmadı. Yukarıda
verilen çizim, olan biteni basitçe açıklıyor. Ay, l
konumunda yeni, 3'te yarım, 5'te dolun, 8'de ise tekrar
yarım. 1. 3. ve 7. 1. konumlar arasında hilâl. 3. 5. ve
5. 7. konumlar arasında dışbükey. Burada belirtilmesi
gereken en önemli şey gerçek yeni ayın görülemez
olduğudur. Ayrıca 3. konumun İlk Dördün, 7. konumun ise
Son Dördün olarak adlandırıldığını da belirteyim.

Şekil 2. Ay’ın evreleri. Güneş sağda olduğuna göre Yeni
Ay safhasında Ay’ın aydınlık olan
bize dönük olmayan
tarafını Dünya’dan ne gece ne de gündüz göremeyiz.

Şekil 3. Tam yeni aylar arasında geçen zaman. Ay’ın
dolanım süresi olan 27,3 günden uzundur. Bu şeklin üst
kısmında yer alan gösterimde Ay A1 konumundayken
yenidir. Ama alttakinde tekrar A1 konumuna geldiğinde
(yani Dünya etrafında bir tur attığında) yeni olmaz.
Tekrar yeni olabilmesi A2 konumunda mümkündür. Bunun
nedeni o Dünya etrafında dönerken Dünya’nın da Güneş
etrafında hareket etmiş olmasıdır.
Bir yıldız ayı yani Ay'ın Dünya etrafındaki bir turunu
tamamlaması sırasında geçen zaman (aslında kütle merkezi
etrafında demek daha doğru olur) 27,3 gündür. Ancak yeni
aylar arasında geçen süre daha uzundur; çünkü Dünya da
Güneş etrafında dönmektedir. Yukarıdaki çizimde Dünya D,
Ay A, Güneş ise G harfleriyle ile gösterilmiştir.
Çizimin üst kısmında yer alan gösterimde Ay Al
noktasında yenidir; çünkü Dünya ile Güneş'in tam
arasındadır. Çizimin altında yer alan gösterimde de
görüldüğü üzere Ay 27,3 gün sonra tekrar Al noktasına
gelir. Ama bu sefer Güneş ile aynı çizgi üzerinde
değildir; çünkü Dünya da yörüngesinde ilerlemiştir. Bu
durumda Ay ancak A2 noktasına geldiği zaman yeni
olacaktır. Bir kavuşum ayı yani bir yeni ay ile sonraki
arasında geçen süre (bir dolunay ile sonraki de
diyebilirdik) 27,3 gün değil 29,5 gündür.
Ay, geçirdiği dolunay evrelerinin bazıları sırasında
Dünya'nın gölgesinin içinden geçer. Bu durumda Ay
tutulması yaşanır, yani Ay yüzeyine vuran direkt güneş
ışığı kesilir ve Ay, Dünya'nın gölge konisinden çıkana
kadar karanlıkta kalır. Dünya'nın atmosferinden geçen
güneş ışınları üzerine düştüğünden genellikle tamamen
gözden kaybolmaz. Ancak üst atmosferimizdeki koşullara
bağlı olarak bazı tutulmalar diğerlerinden daha
'karanlık' gerçekleşir. Söz gelimi Aralık 1992
tutulması, Filipin Adaları'ndaki Pinotubo Yanardağı'nda
gerçekleşen patlamalar sonucu atmosfere karışan çok
miktarda toz ve kül yüzünden oldukça karanlık olmuştu.
Ay tutulmaları tam veya parçalı olabilirler ve Güneş
tutulmalarından daha sık gerçekleşirler. Aslında Ay ve
Güneş tutulmaları sayısal olarak neredeyse eşittir.
Ancak bir Güneş tutulması Dünya üzerinde sadece belirli
bir bölgeden izlenebilirken, Ay tutulması, Ay'ın ufkun
üzerinde olduğu her yerden rahatça görülebilir. Her ay
tutulma gerçekleşmez, çünkü Ay'ın yörüngesi buna izin
vermeyecek kadar eğiktir.
Ay tutulmalarının bilimsel açıdan önemli oldukları
söylenemez. Ama renkli görüntüleriyle her zaman
görülmeye değer bir manzara oluştururlar. Dünya'nın
gölgesi Ay'ı karartmaya başlayınca Ay yüzeyindeki
sıcaklık aniden düşer. Ancak bazı özel bölgeler diğer
yerlere oranla daha yavaş soğurlar. Bu bölgelere
-aldatıcı bir tanımlama ama- kızgın noktalar adı
verilir. Büyük kraterlerden Tycho da bu noktalardan
biridir.
Ay'ın kendi ekseni etrafında dönme süresi de 27,3 gün
olduğundan hep aynı yarım küresi Dünya'ya dönük olur.
Bu, Uzay Çağı öncesinde gök bilimciler için çok rahatsız
edici bir durum olmuştur. Aslında görülen yarım kürenin
sınırları bir gözlemden diğerine biraz farklılık
göstermektedir. Ay sabit bir açısal hız ile hareket
eder; ancak izlediği yol dairesel olmadığından
yörüngesel hızı değişiklik gösterir. Dünya'ya en yakın
olduğu anda (yerberi) hızlı; Dünya'ya en uzak olduğu
anda (yeröte) ise daha yavaş hareket eder. Yani
yörüngedeki konumu ile eksenel dönüşü, zaman zaman
birbirlerine ayak uyduramazlar. Ay'ın önce bir kenarının
sonra da diğer kenarının biraz daha fazlasını görürüz.
Ay, yavaş bir şekilde sağa ve sola doğru sallanıyor
gibidir.
Bu 'boylamsal sallantı' birkaç gün boyunca devam eder.
Ayrıca Ay'ın yörüngesi bizimkine göre 5 derece eğik
olduğu için ortaya çıkan 'enlemsel sallantı' vardır. Bu
sallantı sayesinde Ay'ın kutuplarının biraz daha
arkasını görebiliriz. Son olarak bir de 'günlük
sallantı' vardır. Bu sallantıyı görmemizin nedeni bizim
Dünya'nın yüzeyinde, yani Dünya'nın küresel olarak
merkezinden 10.000 kilometre uzakta bulunmamızdır.
Böylece Ay doğarken, yarım kürenin biraz daha arkasını
görebiliriz. Bütün bu sallantılar sonucu Ay yüzeyinin
toplam %59'luk kısmını görmüş oluruz. Ama tabii ki bir
seferde asla yüzde 50'den fazlası görülmez!
Geriye kalan yüzde 41’lik kısım görüş alanımızın
dışındadır. Geçmişte bu görünmeyen bölgeyle ilgili çok
garip kuramlar ortaya atılmıştır. Söz gelimi,
Danimarkalı Andreas Hansen, Ay'ın kütlesel olarak
orantısız olabileceğini ve hava ile suyun yaşam
bulunması muhtemel olan öteki tarafta toplanmış
olabileceğini öne sürdü. Bu görüş çok fazla
benimsenmedi; ancak 1959'da bile görünmeyen bölgenin
gördüğümüzden çok farklı olabileceği fikri hâkimdi.
Daha sonra 1959 yılının Ekim ayında, Ruslar tarafından
fırlatılan Lunik 3, Ay'ın etrafında dolanarak bize arka
tarafın fotoğraflarını gönderdi. Bugünün şartlarıyla
değerlendirildiğinde oldukça bulanık ve kalitesiz olan
bu fotoğraflar, o gün için muazzam bir teknik başarıydı.
O zamandan sonra insanlı ve insansız birçok Ay sondası
tarafından Ay yüzeyinin tümünün yakın plan fotoğrafları
çekildi. Gördüğümüz ile diğer yarım küre arasındaki en
büyük fark, arka tarafta, hâlâ deniz demekte ısrar
ettiğimiz geniş ve gölgelik ovaların bulunmamasıydı.
Teleskop kullanılarak yapılmış Ay haritaları ilk olarak
17. yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Bu konuda ilk olma
şerefi Sir Walter Raleigh'in vesayetinde çalışan Thomas
Harriot'undur. Ancak en ayrıntılı çalışmayı (haritasında
birçok yüzey şekli aslına uygun olarak yer almaktadır)
Galileo yapmıştır. Çok uzun bir süre boyunca, Ay'da
dağlar ve vadiler olması gerektiği düşünülmüştü. Harriot
ve Galileo, bu şekilleri ve krater olarak
adlandırdığımız dairesel yapıları açıkça görmüşlerdi.
Hatta Galileo, Ay'daki bazı yükseltilerin uzunluğunu
ölçme amacıyla takdire değer bazı çalışmalar da
yapmıştı.
Bugün iyi bir dürbünle ayrıntılar açıkça görülebilir;
küçük bir teleskop ile bakıldığındaysa görüntü
muhteşemdir. Önce yüzeydeki en düz alanlardan, yani
denizlerden (Latince mare, çoğul maria) bahsedelim
(Ancak bu 'düz'lük normal standartlara göre oldukça
engebeli sayılır). Bunlara son derece romantik isimler
verildi; söz gelimi Mare Tranqillitatis (Sessizlik
Denizi), Mare Nubium (Bulut Denizi), Mare Crisium
(Bunalımlar Denizi), Oceanus Procellarum (Fırtınalar
Okyanusu), Sinüs Iridum (Gökkuşakları Körfezi),
Lacus
Somniorum (Hayalperestler Gölü). Başlangıçta gerçekten
de deniz (veya en azından deniz yatakları) oldukları
düşünülüyordu. Ay'dan eve getirilen örnekler
incelendiğinde gerçeğin böyle olmadığı anlaşıldı. Ay'da
hiçbir zaman su olmamıştı; ayrıca kabuğun altında bir
buz tabakası olabileceği yönündeki iddialar da akla
yatkın değildi.

Şekil 4. Ay Tutulması

Şekil 5. Ay Tutulması
Ay'ın misafirperver olmayan görüntüsünün ardında
atmosferinin olmayışı yatar. Ancak başka bir olasılık da
söz konusu değildir; çünkü Ay'da kurtulma kızı saniyede
2,4 kilometredir. Bu, bizim anladığımız anlamda bir
atmosferin hemen uçup gideceği anlamına gelir. Hava
olmadan su da olmaz. Yani Ay denizleri, içlerinde nemden
eser bile olmayan kuru lav ovalarından başka birşey
değildir.
Büyük denizlerin çoğu kaba matlarına bakıldığında
daireseldirler ve kendi aralarında arka yarım kürede
görülmeyen bir biçimde birleşik bir sistem oluştururlar
(Bu konudaki en büyük istisna Mare Crisium'dur).
Büyüklüğü İngiltere ile Fransa'nın toplam alanı kadar
olan Mare Imbrium yani Yağmur Denizi, çıplak gözle
rahatlıkla görülebilir. Bu dairesel denizin etrafı
Apenninler, Alpler ve Kafkaslar gibi büyük dağ
zincirleriyle çevrilidir. Bunların arasında en görülmeye
değer olanı geniş bir alana yayılmış olan
Apenninler'dir; Mare Imbrium'un sınırını oluşturan bu
dağların yüksekliği, üzerinde bulundukları alan esas
alındığında 4600 metreye kadar çıkar. Ayrıca Ay'ın her
tarafında tek başlarına yükselen tepeler görülür.

Şekil 6. Boylamsal sallantı. Ay’ın yörüngesi dairesel
olmadığı için yörüngesel hızı sabit değildir. 1.
konumdan 2.’ye veya 4. konumdan 1.’ye, 2.’den 3.’ye veya
3.’den 4.ye gittiğinden daha hızlı gider. Ancak dönüş
hızı sabittir. Dolayısıyla görünen Ay yuvarlağının
merkezi hep aynı noktada kalmaz. Yani, Ay’ın yarım
dairesinden daha fazlasını görürüz.
Bu sallantıyı görmek için
videoyu seyrediniz.
Ay'ın genel görünümünde, çapları 150 km gibi abartılı
olanlardan Dünya'dan görülemeyecek kadar küçük olanlara
kadar değişen kraterler dikkat çekecek kadar çok yer
alır. Mare Nubium'ım kıyısında bulunan ve çapı yaklaşık
90 km olan Copernicus kraterinin kademeli olarak
yükselen geniş duvarları, etraflarındaki, dairesel
dağların bulunduğu zemine göre 3600 metre kadar
yükselirler. Gopernicus'tan çok uzakta olmayan ve
neredeyse onunla aynı büyüklükte olan Stadius'un her
taran lavlarla kaplanmış gibi görünmektedir; bu kraterin
duvarları kademeli değildir ve fazla yükselmez. Mare
Nectaris'in (Kevser Denizi) kıyısındaki Fracastorius ise
120 km genişliğindedir. Denize bitişik duvarını kaybeden
bu krater büyük bir körfez halini almıştır. Bir başka
körfez ise Mare Humorum'un kıyısındaki Hippalus'tur. Bu
kraterin orta yüksekliğinin kalıntıları halen
durmaktadır.
Ayrıca göreli olarak düz kraterler; zeminleri parlak
kraterler; uygun ışık koşulları altında birer mürekkep
gölüne benzeyen kraterler; biçimleri düzgün ve orantılı
kraterler ve aşırı biçim bozukluğu nedeniyle krater
oldukları güçlükle farkedilebilen kraterler de vardır.
Gri denizlerden parlak yaylalara, hatta tepelerin
yamaçlarına ve zirvelerine kadar tüm Ay yüzeyine
yayılmış olan bu kraterler yan yana dizilidirler.

Şekil 7. Ay’ın Dünya’dan görünen kısmı (solda) ve
Dünya’dan hiç görünmeyen kısmı (sağda)
Kraterlere genellikle geçmişte yaşamış ünlü kişilerin
özellikle de bilim adamlarının isimleri verilmiştir. Bu
kullanışlı ama sorun çıkarmaya elverişli sistem, ilk
olarak 1651'de, bir cizvit papazı ve gök bilimci olan
Riccioli tarafından kullanılmıştır. Riccioli, zamanın
ölçütlerine göre oldukça doğru bir Ay haritası çizmeyi
başarmıştır. Haritasında Ptolemy, Tycho, Kepler ve
Copernicus yer alıyordu (Ancak Dünya'nın Güneş etrafında
döndüğü gibi saçmasapan fikirler üzerinde düşünemeyecek
kadar meşgul biri olan Riccioli, "Copernicus'u
Fırtınalar Okyanusu'na fırlattım" diyordu). Julius
Caesar da aralarındaydı ama bu yerini askerî başarıları
sayesinde değil de gerçekleştirdiği takvim reformu ile
elde etmişti. Ancak Birmingham, Billy ve Hell gibi bazı
eski ve önemli gök bilimcilerin anısına konmuş umulmadık
isimlere de rastlanıyordu. Riccioli'nin sisteminin,
1651'den sonra yaşayan bilim adamlarını da içerecek
şekilde genişletildiğini söylemeye gerek yok herhalde.
Ancak büyük kraterlere isim verilmiş olduğundan, Newton,
Halley ve Einstein gibi şahıslar ikinci derece
kraterlere kalmışlardı. Riccioli, pek hoşlanmadığı
Galileo'yu, adını Fırtınalar Okyanusu'nun kenarına yakın
bir yerde bulunan gösterişsiz ve bozulmuş bir kratere
koyarak başından savmıştı.
Ay'daki kraterlerden bazılarına derin denilebilir; ancak
hiç biri dik kenarlı maden kuyularına benzemez. Normal
bir kraterin duvarları dış yüzeye göre biraz yüksek,
zemini ise ortalama seviyeden biraz alçaktır. Kraterin
ortasında hiçbir zaman duvarlardan daha yüksek olmayan
bir tepe vardır (Bunu çok doğru bir şekilde şöyle ifade
edebiliriz: Üzerlerine kapak kapatılabilir). Ayrıca,
Ay'daki yokuşlar son derece hafiftir ancak Ay, Dünya'dan
çok daha küçük olduğundan yüzeyindeki kıvrılma çok daha
keskindir.

Şekil 8. Ay’daki büyük bir kraterin kesiti. Ortadaki
yükseklik hiçbir zaman kenarların yüksekliğini geçmez.
Kraterlerin derinliği veya dağların yüksekliği,
gölgelerinin uzunluğunun ölçülmesiyle bulunur. Güneş
ışığı bir kratere eğik olarak geldiğinde, kraterin iç
kısmı gölgelenerek kraterin net bir şekilde
görülebilmesini sağlar. Bu etki en iyi şekilde, Mare
Imbrium'un kenarında bulunan Sinüs Iridum'da yani
Gökkuşakları Körfezi'nde görülür. Doğru anda
bakıldığında kraterin, karanlığın içinde parlayan yüksek
dağvarî kenarları görülebilir. Bu görüntüye 'mücevherli
sap' adı takılmıştır.
Gün doğuşunun Ay'ın farklı bölgeleri üzerinde yarattığı
etkiyi izlemek son derece ilginçtir. Gece ile gündüzü
ayıran çizgi üzerinde bulunduğu bir sırada, gölgeli
görüntüsüyle gözünüze çarpmış olan bir krater, daha
sonra, zeminindeki gölge kaybolduğunda belli belirsiz
bir hâl alabilir. Gölgelerin en kısa olduğu zaman olan
dolunayda, duvarları sık rastlanmayan bir biçimde parlak
veya zeminleri karanlık değilse, derin kraterleri
farketmek çok zorlaşır. Yani dolunay, kişinin inceleme
yapmaya başlaması ve neyin ne olduğunu bulmaya çalışması
açısından olabilecek en kötü zamandır. En harika
manzaralara ise Ay, hilâl ile son dördün evreleri
arasındayken rastlanır.
Her koşul altında tanıyabileceğiniz bazı özel şekiller
de vardır. Söz gelimi 95 km genişliğinde, karanlık
zeminli bir krater olan Platon bunlardan biridir.
Onyedinci yüzyılın ortalarında Ay'ı gözlemleyen
kişilerden biri onu, 'Büyük Siyah Göl' olarak
adlandırmıştır. Ay'ın gördüğümüz yüzünün kenarına yakın
bir yerde karanlık zeminli iki oluşum daha vardır:
Grimaldi ve Riccioli. Bu şekiller aslında daireseldir;
ancak Ay'ın görünen yüzünün merkezinden uzak
olduklarmdan elipse benzer bir biçim alırlar. Kenarlara
çok yaklaşıldığında bu kısalma o kadar artar ki
kraterleri tepelerden ayırmak imkânsız hale gelir. Bu
nedenle, kenardaki kısımlar, Ay'a uzay sondalarının
gönderilmesinden önce pek iyi tanımlanamamıştı.
Ayrıca çok parlak bazı kraterler de vardır. Bunlardan en
parlak olan, çapı topu topu 37 km olduğu halde her zaman
bariz bir şekilde görülebilen Aristarchus'tur. Hatta
Ay'ın karanlık bölgesinde olduğu anlarda, yani sadece
Dünya'dan yansıyan ışık altında bile görüldüğü olur.
Rahatça farkedilebilen Mare Crisium'un kenarındaki
Proclus da parlak kraterlerdendir. Ancak dolunaya yakın
evrelerde yüzey üzerindeki şekillerden çoğu, birkaç
kraterden yansıyan ışınlar yüzünden görünmez hale gelir.
Bu kraterler arasında, güney yaylalarındaki Tycho'yu ve
Mare Nubium ile
Oceanus Procellarum'un arasında yer alan Copernicus'u
sayabiliriz.
Işınlar gölge yapmazlar; yüzeyde kalırlar ve yalnızca
yüksek ışık altında görülürler. Tycho, gece ile gündüzü
ayıran çizgiye yakın bir noktadayken, parlak duvarlı, 87
km çaplı, duvarları kademeli yükselen ve orta yüksekliği
bulunan normal bir krater olarak görünür. Dolunay
zamanında ise o ve Copernicus tüm yüzeydeki en dikkat
çekici şekiller haline gelirler. Üzerlerinde birçok ışın
merkezi bulunur; bunların çoğu da Ay gecelerinde veya
tutulmalar sırasında Dünya’nın gölgesinin içindeyken
etraflarına göre daha yavaş soğuyan 'kızgın noktalardır.
Diğer Ay şekilleri arasında, Mare Imbrium kıyısındaki
Alpler'i kesip geçen büyük yarığa benzer vadiler;
kurumuş çamurdaki çatlaklara benzeyen izler; 'boncuk
dizisi' adıyla anılan küçük krater zincirleri; çoğunun
tepesinde çukurlar bulunan ve kubbe olarak tanımlanan
yuvarlak kabarıklıklar vardır. Özellikle belirtilmesi
gereken bir oluşum da Mare Nubium'un kenarındaki
Straight Wall’dur (Düz Duvar). Bu şekil, ne bir duvardır
ne de düzdür; dolunaydan önce siyah bir çizgi ve daha
sonra üzerine ışık vurduğunda parlak bir çizgi olarak
görünen, 130 km uzunluğunda bir faydır. Bir teleskop ve
Ay haritası edinen herkes, farklı şekilleri nasıl
tanıyabileceğini kısa süre içinde öğrenir; ancak her
zaman görülecek yeni şeyler de çıkar.
Şimdi geçmişe baktığımızda, roketler fırlatılmadan önce,
Ay hakkında ne kadar az bilgimiz olduğunu farkediyoruz.
Bir zamanlar 'denizlerin üzerinin birkaç kilometre
kalınlığında yumuşak toz yığınıyla kaplı olduğu gibi
garip bir sav vardı. Yani bir uzay aracı yanlışlıkla
denizlere inecek olursa, büyük bir gök bilimcinin
söylediği gibi 'bütünüyle batıp gözden kaybolacaktır'.
Bütün bunlar birkaç yıl içinde değişti.
Ruslar, ilkini 1959 yılında fırlattıkları
Lunik'lerle başı çektiler. Onları Amerikalıların
Ranger'ları izledi. Ranger'lar Ay yüzeyine
çarpmalarından önceki son birkaç dakikalarında yakın
plan fotoğraflar gönderdiler. Ayrıca Ay'ın etrafında
defalarca dönen ve bize hem gördüğümüz yüzün hem de
arka yüzün süper fotoğraflarını gönderen çok başarılı
beş adet Orbiter de vardı. Tabii, yumuşak iniş
yapmayı başarmış araçlar da oldu; bunların ilki
Rusların Luna 9'uydu. Ancak Neil Armstrong ve Edwin
Aldrin'i taşıyan Apollo 11'in Ay modülü Eagle'm Ay
yüzeyine inişi yani 1969 Zaferi, diğerlerinin hepsini
gölgede bıraktı. Bunu başka Apollo görevleri de izledi;
ancak programa 1972 yılının Aralık ayında son verildi.
Böylece Apollo 17'nin komutanı Eugene Cernan, Ay'a ayak
basan son kişi unvanını aldı. Daha sonra, Rusların
birkaç küçük uzay sondasından ve Japonların ilk
denemeleri olarak Ay yörüngesine oturttukları
araçtan (Hagomoro) başka oraya giden olmadı.
Burası Apollo uçuşlarını incelemek için uygun bir yer
değil; dolayısıyla ben elde edilen sonuçların bir
özetini vermekle yetineceğim.
îlk olarak belirtmem gereken şey, Ay'ın gerçekten de
havasız olduğudur. Atmosferi -tabii ona atmosfer
denilebilirse- o kadar seyrektir ki gözönünde
bulundurmaya gerek yoktur. Yüzeyin en üstünde regolit
adı verilen gevşek bir tabaka vardır. Bu tabaka
denizlerin altında 4-5 metre, yüksek bölgelerin altında
ise 9 metre kadar derine iner. Regolitin altında 800
metre kadar kırık yerli kayaç tabakası vardır. Onun
altındaysa 25 km kalınlığında daha katı bir kayaç
tabakası vardır. Başka bazı tabakalardan sonra, metal
bakımından zengin çekirdeğe ulaşırız. Çapı 1000 ile 1500
km arasında olduğu tahmin edilen çekirdek, eriyik halde
olabilecek kadar sıcaktır.
İncelenmek üzere Dünya'ya getirilen taşların hepsi
volkanikti. Yüksek bölgelerden toplanan taşların
ortalama yaşları 4 milyar yıl ile 4,2 milyar yıl
arasında değişiyordu. Ay'da hafif depremler çok sık
görülür; bunların çoğunun kaynağı derindeyken bazıları
yüzeyseldir. Ay'da genel bir manyetik alanın varlığı
tespit edilememiş, ancak bazı bölgelerde mıknatıslanmış
maddelere rastlanmıştır. Bu durumda Ay'da geçmişte genel
bir manyetik alanın var olduğu ve bunun zaman içinde yok
olduğu varsayılabilir. Dairesel denizlerin ve büyük
kraterlerin bazılarının altında mascon (bu kelime
İngilizce'de kütle anlamına gelen mass kelimesi ile
yoğunlaşma anlamına gelen concentration kelimelerinin
birleştirilmesiyle oluşturulmuştur) adı verilen yüksek
yoğunluklu alanlar bulunmaktadır. Büyük bir ihtimalle
volkanik kayaların yoğunlaşması sonucu oluşan bu
alanların varlığı, Ay etrafında dönen uzay araçlarının
hareketlerindeki düzensizliklerin incelenmesiyle ortaya
çıkarılmıştır.

Şekil 9. Ay’ın iç yapısı, içeriden dışarıya doğru
çekirdek, astenosfer (yarı eriyik halindeki bölge)
manto,
kabuk ve regolitten oluşur. Sayılar, görünen
yüzeyin altından başlayarak verilmiştir.
Ay araştırmaları sırasında ilgi çekici bazı olaylar da
yaşanmıştır. Bunlardan biri Apollo 17'nin görevi
sırasında gerçekleşmiştir. İnişte Ay'da yürüyen iki
kişiden biri, bu görev için özel olarak astronotluk
eğitimi verilmiş olan Dr Harrison Schmitt adlı
profesyonel bir jeologtu. Doktor, birdenbire 'portakal
rengi toprak' bulduğunu bildirdi. Bu haber Pasadena'daki
Merkez Üs'te (benim o anda bulunduğum yer) büyük bir
heyecan yarattı. Yoksa günümüzde gerçekleşen bir
volkanik faaliyete ait bir kanıt mı bulmuştuk? Ama
gerçek böyle değildi. Daha sonradan anlaşıldığı üzere,
portakal renkli şeyler, çok eski zamandan kalmış cama
benzer renkli parçacıklardı.
Ayrıca herhangi bir hidrat türüne de rastlanmamıştı.
Buradan çıkarılacak sonuç, Ay'ın oldum olası kupkuru
olduğudur. Hatırlıyorum da 1966 gibi yakın bir tarihte,
Prag'daki uluslararası bir toplantı sırasında, dünyanın
en büyük jeologlarından biri olan Profesör Harold Uyer,
beni Ay denizlerinin bir zamanlar, bildiğimiz su ile
dolu okyanuslar olduğuna inandırmaya çalışıyordu (Ancak
bunu başaramadı). Bu bizi Ay yüzeyindeki farklı
şekillerin nasıl oluştuğu sorusuna getiriyor. Denizlerin
ve kraterlerin gök taşı çarpmaları sonucu oluştuğunu öne
sürenler ile onların içsel nedenlerle ortaya
çıktıklarını, yani Dünya'daki kalderalara (volkanik
patlama sonucu meydana gelen büyük çöküntü) benzer
oluşumlar olduklarını öne sürenler arasındaki ateşli
tartışma, uzun yıllar boyunca sürdü. Bugün birçok gök
bilimci çarpma kuramını tercih etmektedir. 3,8 milyar
yıl önce Ay'da yaşanan korkunç bombardıman sonucunda Ay
yüzeyindeki en genç denizler oluşmuştur. Bunu, kabuğun
altından yükselen lav akıntılarının havzaları istila
etmesi izlemiştir. O zamandan sonra yeni gök taşı
çarpmalarından başka neredeyse hiçbir oluşum
görülmemiştir. Ay yüzeyindeki en genç şekiller bile
dünyevî ölçütlere göre oldukça eskidir.
Bugün volkanik kuramı benimseyenlerin sayısı pek fazla
değildir; ancak ben de onlardan biri olduğumdan kendimi
birkaç şey söylemek zorunda hissediyorum. Kraterlerin
dağılımı bir gök taşı bombardımanından beklendiği gibi
rasgele değildir. Üst üste olan kraterlerden üstte olan
her zaman küçüktür. Ayrıca eski kraterin duvarları
birleşme yerinin yanında, bir patlama sonrasında
olamayacak biçimde, sağlam bir şekilde durur. Ay
yüzeyinde farklı yaşlardan kraterlerin yan yana durduğu
sıralar vardır. Neredeyse hepsi simetrik olan tepelerin
ve kubbelerin çoğunun zirvesinde çukurlar bulunur.
Işınsal kraterler en üsttedir; bu da onların en genç
oluşumlar olduklarını gösterir. Ancak ışın yayan en
büyük merkez olan Tycho krateri, oldukça kalabalık bir
bölgede bulunduğu halde, oluşumu sırasında komşularına
hiç zarar vermemiştir. Üstelik ışınlar kraterin orta
yüksekliğinden değil, duvarlarından teğet olarak
yayılmaktadırlar. Ayrıca daha önce de söylediğim gibi
elimizdeki bütün örnekler volkanik kökenlidir.
En azından kesin olan birşey var; o da Ay üzerinde
hiçbir zaman hayat olmadığı. Ay uzun geçmişi boyunca hep
steril bir dünya olarak kaldı. İlk zamanlarda Apollo
astronotları Dünya'ya döndüklerinde herhangi bir
bulaşıcı hastalık taşımadıklarından emin olmak üzere
karantinaya alınıyorlardı (Profesör Quatermass'ı
hatırlarsınız!). Ama böyle bir tehlike olmadığı
anlaşıldıktan sonra, Apollo 12'nin dönüşünden itibaren
bu uygulamadan vazgeçildi.
Ay'ın gözlemlenmesinde amatörlerin her zaman çok etkin
bir rolü olmuştur. Uzay Çağı öncesinde yapılmış en iyi
haritalar amatörlere aitti. Özellikle sallantı
bölgelerinde ilginç keşifler yapmak hâlâ mümkündür.
Apollo uçuşları sonrasında, Dünya'dan yapılan
gözlemlerin, astronotların bize getirdiklerine pek fazla
birşey ekleyemeyeceği yönünde genel bir kanı oluştu.
Ancak bu tam anlamıyla doğru değildir; Geçici Ay
Fenomeni (TLP) olarak adlandırılan olaylar gözlemlenmeye
devam edilmektedir.
TLP (sanırım bu isimden ben sorumluyum), belirli bir
bölgede görülen kısa ömürlü aydınlanmaları veya
kararmaları tanımlamak için kullanılır. Genellikle,
hendek olarak adlandırılan oluşumların çokça bulunduğu
alanlarda veya dairesel denizlerin kenarlarında
görülürler. Orada çok rastlandıkları için özellikle
belirtilmesi gereken bir yer de parlak Aristarchus
krateridir. Karanlık zeminli Platon kraterinin içinde de
birçok kararma görüldüğü bildirilmiştir. Araştırılmaları
zaman gerektiren zahmetli bir iştir, ama sonuçta bu
emeklere değeceği kesindir. Bu duruma kabuğun altından
çıkan gazların yol açtığı sanılmaktadır; ancak
elimizdeki bilgiler kesin birşey söylemek için
yetersizdir. Yapılan en iyi tayf, 1958 yılında duvarları
son derece sağlam olan Alphonsus kraterinin içinde
kırmızı bir aydınlık gören Rus gökbilimci N.A. Kozyrev'e
aittir. TLP hakkında daha çok bilgi edinmek istiyorsak
amatörlere büyük iş düşecek demektir. Ay hareketsizmiş
gibi görünüyor; ama durumun böyle olmadığını kanıtlamak
çok önemli. Ancak emin olduğumuz birşey var ki Ay'da,
son bir milyar yıl içinde hiçbir büyük yapısal
değişiklik olmadı.
Günümüzde Ay üzerinde tam ölçekli bir üs kurulması pek
de "tuhaf bir düşünce sayılmaz. Böyle bir üs, bir
laboratuvar ve gözlemevi olarak ve daha birçok başka
şekilde kullanılacak olursa, insanlığa büyük fayda
sağlayacaktır. Herşey yolunda giderse kurulacak gibi de
görünüyor. Neil Armstrong'un bana, yıllar önce bir
televizyon programı sırasında söylediklerini hiç
unutmuyorum:
"Bu tür üslerin bizim de görebileceğimiz kadar kısa bir
zaman aralığı içinde kurulacağından eminin. Güney
Kutbu'ndaki veya benzeri bilimsel merkezlerdekilere
benzer şekilde sürekli insan bulunan bir üs... Bazı
bakımlardan Ay'ın Antarktika'ya göre daha misafirperver
olduğu bile söylenebilir. Fırtınalar yok, kar yok,
şiddetli rüzgârlar yok, tahmin edilemeyen hava koşulları
yok. Bana kalırsa Ay çalışmak için çok uygun bir yer;
hatta Dünya'dan bile iyi."
Havanın açık olduğu bir gece Ay'a bakacak olursanız
dörtyüz bin kilometre uzakta parlayan gri denizleri,
dağları, vadileri ve kraterleri görebilirsiniz.
İnsanların gerçekten de oraya gitmiş olduklarını kabul
etmek bazen çok güç oluyor. Ancak ben herşeye rağmen
Ay'ın büyüsünden hiçbir şey kaybetmediğini düşünüyorum;
umarım siz de aynı fikirdesinizdir.

Şekil 10. Ay’ın Dünya etrafında izlediği mükemmel bir
çember olmayan yörüngesinde Dünya’ya uzak ve yakın
olduğu durumlar

Şekil 11. Ay tutulmasında Penumbra (Yarı gölge) ve Umbra
(Tam gölge)

Şekil 12. Ay’ın Dünya’ya olan mesafesi değiştiği için,
ilk durumda Ay’ın gölgesi Dünya’ya ulaştığından
Tam
Güneş Tutulması izlenebilir. İkinci durumda ise Ay
Dünya’dan uzak konumda olduğundan
Ay’ın gölgesi Dünya’ya
ulaşamaz. Bu durumda Halkalı Güneş Tutulması olur.

Şekil 13. Tam ve Halkalı Güneş Tutulmasının Safhaları

Şekil 14. Tam ve Halkalı Güneş Tutulmasının Safhaları

Şekil 15. Tam ve Halkalı Güneş Tutulması

Fotoğraf 1. Ay’ın Yüzeyinin Haritası
(Görünen ve görünmeyen kısımlar dahil)

Fotoğraf 2. Ay’ın Yüzeyinin Haritası (Görünen ve
görünmeyen kısımlar dahil)

Fotoğraf 3. Ay’ın Yüzeyinin
en son renkli haritası (2012)
Kaynak:
NASA

Şekil 16. Ay’ın Yüzeyinin Haritası (Üstteki
Dünya'dan görünen, alttaki görünmeyen kısım)

Şekil 17. Güneş Sistemimizdeki diğer uydular
En solda yukarıda Dünya'nın uydusu Ay görülüyor.
Mars'ın ufak uydularını Jüpiter'in büyük uyduları takip
ediyor.
Satürn'ün bol sayıdaki ufak uydularının arasında
Titan'ın büyüklüğü dikkat çekici.
Uranüs'ün ufak uydularını, Neptün'ün uydusu Triton takip
ediyor.
Sağ aşağıda ise bu uydulara orantılı büyüklükte Dünya
gösterilmiştir.

Şekil 18. Ay’ın safhalarının isimleri

Fotoğraf 4. 20 Haziran 1969'da Ay'a inen Apollo 11
astronotlarından Edwin Buzz Aldrin, Neil Armstrong'la
birlikte
Ay'a diktikleri ilk Amerikan bayrağı önünde görülüyor.
Ay'a indikleri Eagle uzay aracı ise solda görünüyor.
İki astronotu yukarıda Ay yörüngesinde bekleyen Columbia
uzay aracına kenetlenmek üzere
Ay yüzeyinden yukarı doğru hareket ettikleri an, bu
dikilen bayrak, şiddetli egzoz yüzünden
yerinden çıkarak Ay yüzeyine devrilecektir. Apollo
11'den sonra sırasıyla Apollo 12, 14, 15, 16 ve 17
astronotları
birer bayrağı iniş bölgesine dikmişlerdir.
KAYNAKLAR:
Moore,
P., (1993); Gezegenler Kılavuzu (New Guide to the
Planets.) TÜBİTAK, 14. Basım (Şubat 2004)
Şekiller: BluePoint Web Tasarım Ekibi, 2004
Fotoğraflar: NASA
Ekler:
Ay'ın Gökyüzündeki Dansı (NASA, Moon Phase and
Libration - Youtube Ay'ın Sallantısı Videosu)
Ay'ın Dünyaya neden sadece bir yüzünü gösterdiğini
gösteren bir video (Synchronous
Rotation of the Moon)
Ay'ın Dünyaya sadece neden bir yüzünü gösterdiğini
gösteren başka bir video
Ay'ın neden sadece bir yüzünü Dünya'ya gösterdiğini
açıklayan bir video
Ay'la ilgili son fotoğraflar:
http://www.boston.com/bigpicture/2010/01/images_from_the_lunar_reconnai.html
Latest Moon Photos from NASA's Lunar Reconnaissance
Orbiter
|