1937 YILINDAN BUGÜNE KADAR
TÜRKİYE'DEKİ HATIRALARIMDAN BAZILARI

 Prof.Dr.h.c.mult. Curt KOSSWIG
 

  1932 senesinde yani Cumhuriyetin ilânının 10. yıldönümünden önce yeni başkent olan Ankara'da Kemalizm namı altında altı oklu programın organizasyonunun hızla gerçekleştirilmesine çalışılıyordu. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul'a Atatürk'ün dahiyane düşüncelerine karşı reaksiyonlar vardı. O zaman tek ve Ortaçağ düşüncelerine az çok bağlı kalmış Darülfünun'un lağvedilmesi, Kemalizm prensiplerine göre zorunlu görüldü. Darülfünun'un yerine en gerekli olan Üniversitenin, Batı Avrupa düşüncelerine göre re-organizasyonu 1. derecede önemli bir faaliyet olacaktı. Bu amaçla Cenevredeki eski Rektör Malche Türk Hükümeti tarafından davet edilerek bir reform programının hazırlanması isteniyordu. Prof. Malche, 1932 senesinde Türkiye'ye gelerek ve büyük gayretler sarfederek Türkiye Hükümetine bir reform programı arzetti. Türkiye'deki öğretimin batılılaştırılması konusunda Hükümete herhangi şüpheli bir nokta bırakılmamıştı. Prof. Malche tarafından yapılan öneriler arasında uygun olanlar yeterince vardı. Meselâ Tıp Fakültesinin Haydarpaşa'dan İstanbul tarafına nakli gibi. Ancak bir noktada Malche'in programının gerçekleştirilmesine karşı bir güçlük ortaya çıktı: Tamamen Batı düşüncesinde olan yeni bir üniversitenin kurulması ancak ve ancak çeşitli Avrupa ülkelerinden birer ikişer profesörün Türkiye'ye davet edilmesi ile mümkün olacaktı. Büyük bir ihtimal ile Malche'in reform programı bu güçlükten dolayı gerçekleşmeyecekti. Tam bu anda Almanya'daki iktidar, Hitler ve Naziler tarafından ele geçirilmiş ve Nazi felsefesine göre bir ırkçı ve bir anti-liberal rejim kurulmuştu. Sonuç olarak Nazi Doktrinine göre kökeni Alman olmayan ya da Demokrat veya Sosyalist olanlar görevlerinden alınarak toplama kamplarına gönderilmiş veya hiç olmazsa görevlerinden azledilmişlerdi. Böyle bir grup İsviçre'de yerleşerek, atılmış profesörlerin yeniden başka bir memlekette görev yapmaları konusunda faaliyete geçmişti. Bunların başında Prof. Philipp Schwartz ve Prof. Nissen bulunuyordu.

  Bunlar, o zamanki Milli Eğitim Bakanı Dr. Raşit Galip ile temasa geçerek Malche'in temin edemediği Profesörlerin bir listesini takdim etmek başarısını gösterdiler ve böylelikle hemen hemen inanılmaz bir deneme gerçekleştirilmişti. Almanya'dan atılan 30 kadar profesörün bir kısmı yeni kurulacak İstanbul Üniversitesine diğer bir kısmı da Ankara'da kurulacak çeşitli ilmi tesislere atandılar.

  İÜ. Tıp Fakültesine atanan Alman emigrantlardan herbirinin ilmi değeri hakkında bu sempozyum esnasında değerli konuşmacılar tarafından ayrıntılı bilgi verilecektir. Ben ancak 1937 senesinde gene emigrant olarak bu gruba katıldım. Benden önce köken veya siyasi felsefeleri bakımından kısaca solcu olarak sınıflandırılabilen profesörlerin yanında ben bir istisna teşkil ediyordum. Ben, daha ziyade muhafazakâr olan düşünce tarzıma göre ve de biolog sıfatımla Nazilerin felsefesine katılamazdım. Böylelikle o zamana kadar hiç temasta bulunmadığım bir insan grubu ile temasa geçmiştim ve bu grupla geçirdiğim seneleri hiç unutamayacağım.

    Maalesef bu emigrantların hayatları hakkındaki malumat azdır. Bu hususta birkaç kelime ilâve edebilirsem kendimi bahtiyar addedeceğim.

    1937 senesinde Türkiye'ye geldiğimde emigrant olan profesörlerin bir kısmı ya ayrılmışlardı ya da ayrılmak üzereydiler. Meselâ Dessauer gibi. Ve maalesef bu kurucu emigrant grubunun en mühim şahıslarından biri olan Philipp Schwartz namemnun olarak Türkiye'den ayrıldı, Amerika'ya gitti ve orada vefat etti. Schwartz'ın hatıratı mevcut olmakla beraber basılmadı,. Aynı şekilde Prof. Arndt'ın da hatıratı basılmadı. Her iki hatıratın da büyük değeri olabilirdi. Özellikle Prof. Arndt, Tıp Fakültesinde olmamakla beraber çok tecrübe sahibi idi. Arndt, 1. Dünya Savaşında Müderris olarak Türkiye'de bulunuyordu. 1933 senesinde yeniden mecburen Türkiye'ye gelmiş ve Türk tebaasına geçmişti. Hem Schwartz’ın hem de Arndt'ın hatıratı yayınlanmadığı halde bunların manuskriptlerinin Tıp Tarihi Enstitüsüne mal edilmesi şayanı arzudur.

    1959 senesinde erken olarak Türkiye'den ayrılan Prof. Nissen'ın de hatıratı var. Fakat gayet tabii olarak 1939 senesinde Amerika'ya geçtiğinden, üniversite reformunun 1932 senesindeki beklenilen meyvaları hakkında hüküm vermesi mümkün değildir. Naziler zamanında Türkiye'ye iltihak eden profesörlerin çoğu, maalesef hayatta değildir. Hayatta olanlardan Prof. Neumark tarafından 1980 senesinde bir hatırat yayınlanmıştır. Ancak aradan uzun seneler geçtiği için bazı ayrıntılar hakkında Neumark'ın da hataları olmuştur. Meselâ bana ait cümlelerinde, benim turistik bir yer olan Kuşadası'nı keşfettiğimi belirtiyor (1). Oysa turistik özelliği nedeniyle hayli de kalabalık olan bu yer ile herhangi bir münasebetim olmadı. Kosswig'ler tarafından 1938 senesinde keşfedilen “Manyas Gölü Kuş Cenneti”nde bazı kritik seneleri gördüğümüz halde binlerce kuşun kuluçka yerlerinin sakinliğini ve bu sakinliğin, Kuş Cennetinin Milli Park haline getirilmesinden sonra da devam ettiğini ve hatta Kuş Cennetinin büyüdüğünü büyük bir memnunlukla ifade etmek isterim. Bu hususta Türk Orman Teşkilâtına en samimi teşekkürlerimi arzetmeyi bir görev sayarım.

    Öğrendiğime göre Hukukçu Prof. Hirsch tarafından bir hatırat hazırlanmaktadır. Benim ise belirli bir sırayı takip etmeden teype alınmış hatıratım vardır, tamamlamağa çalışacağım. 1973 senesinde Widmann tarafından ve Deutsche Forschungsgemeinschaft'ın maddi desteği ile yayınlanan bir kitap mevcuttur ki bu kitap 1933 senesinden 1970 senesine kadar Türkiye'ye gelen Alman lisanslı emigrantlar hakkında ayrıntılı bilgiler vermekte ve bir Tarih Profesörünün objektivitesi ile de doneler ihtiva etmektedir (2). Ancak Widmann tarafından belirtilen bu gerçeklerden birisini bir noktada kısaca aydınlatmak isterim:

    1944 senesinin Ağustos ayında Türk Hükümeti ile Nazi Almanya arasındaki siyasi münasebetler kesilmişti. Sonuç olarak o zaman Türkiye'de bulunan Almanlar ya Almanya'ya dönecekti ya da Orta Anadolu'ya sürgüne gönderilecekti. Yalnız iki grup için Türk Hükümetince bir istisna kondu. Irk meselesinden dolayı Almanya'dan atılan emigrant profesörler yerlerinde kalacaktı. Ayın şekilde Türkiye'de bir sığınak bulan fakat pasaportlarını senelerden beri yenilemeyen, Heimatlos (Vatansız) gibi vaziyet alan profesörler de görevlerine devam edecekti. Oldukça kalabalık olan bir grup ise hiç olmazsa Alman pasaportlarını yeniledikleri ve emigrant olarak sayıldıkları için Almanya'ya dönemezlerdi ve ona göre sürgüne gönderileceklerdi. Bu durumda öğretimin bir kısmının kesintiye uğrayabileceği düşüncesiyle emigrantlar arasından bir grup, o zamanki İÜ. Rektörü Sayın Cemil Bilsel'e bu konuyu arzetmek üzere başvurmayı kararlaştırdılar. Bu grubun oluşturduğu komisyonun bir üyesi de bendim ve arkadaşların bu konudaki tedirginliklerini ben dile getirecektim. Rektörün huzuruna çıktık. Kendisine durumu arzettiğimizde, zamanın kısa olduğunu, bir cumartesi günü saat 11.00 den sonra Ankara'da yetkili bir kimsenin bulunamayacağını ve bazı başka tereddütlerini sert bir lisan ile ifade ettiler. Konuşmaları zamanla biraz yumuşadı fakat kadere boyun eğmekten başka bir çarenin olmadığını da ilâve ettiler. Komisyonumuz ayrılmak üzere iken Ankara'dan Rektöre bir telefon geldi. Anlaşıldığı üzere telefon eden Türkiye'nin o zamanki başbakanı Sayın Saraçoğlu idi. Rektörden bir isteği vardı ve Rektör fırsattan istifade ederek Alman profesörlerinin bir kısmının aynı akşam Anadolu'ya gönderileceklerini kendisine söyledi. Sayın Saraçoğlu büyük bir sabır ile gönderileceklerin listesini not etti -ki bu listede profesörlerden başka yardımcılar, teknisyenler, hemşireler de bulunuyordu- ve böylece uzun bir liste oluşturan gönderileceklerin üniversitede kalmalarım sağlamış oldu. Ve bu sayede öğretimin kesintiye uğraması da engellenmiş oldu. Sonuç olarak aşağı yukarı 10 sene gibi bir süre geniş olan bir emigrant kitlesi şükranları ile Türkiye'ye hizmet etmeğe devam ettiler.

    Emigrantların her birinin kendi mizacına göre belli bir yaşayış şekli vardı. Bazıları evlerine çekilerek temaslardan uzak kaldılar, diğerleri ise sürekli bir şekilde birbirlerinin evlerinde toplantılar düzenleyerek biri tarafından hazırlanan ilmi bir mevzuyu konuşarak tartıştılar. Özellikle Prof. Winterstein'in çabaları sonucu, Türk meslektaşlar ile temas sağlamak amacıyla "Türk Fiziki ve Tabii İlimler Sosyetesi"ni kurdular. Bu Sosyete'ye Türk meslektaşlarımızdan Sayın Âkil Muhtar, Sayın Reşat Garan düzenli olarak; Sayın Mazhar Osman ve başkaları da bazen gelirdi. Bir hayli tartışma olduğu gibi sosyetenin yayın organı sayesinde (savaş sırasında İnternasyonal yayın kesintiye uğramasına rağmen) yeni buluşlarımızla ilgili donelerimizi yayınlıyabiliyorduk. Bu gibi toplantılardan pek hoşlanmıyanlar arasında Philipp Schwartz, Erich Frank ve Siegfried Oberndorfer bulunuyordu. Ancak bunlarla da bir düşünce alışverişi yapmak her zaman mümkündü ve böyle saatler zevkle, çok çabuk geçiyordu.

    Seneler ilerledikçe emigrantlann büyük bir kısmı derslerini Türkçe olarak vermeye başladılar. Bu arada çoğumuzu üzen bir gerçek ortaya çıktı. O da hiç birimizin tam bir Türkün şivesiyle konuşamamış olmasıdır. Çocuklarımız İstanbul İlkokullarından birisine devam ettiklerinden Türkçeyi gayet güzel konuşmaya başladıkları halde biz daha yaşlıların bu zayıf tarafı saklanamazdı. Telefonum çaldığında ahizeyi kaldırıp “Efendim” söylediğim anda karşı tarafın cevabı “Prof. Kosswig nasılsınız?” olurdu. Schwartz da Türkçeyi iyi konuşuyordu. Fakat o, “Dostum sınıfta kaldınız” dediği zaman kimin konuştuğu hemen belli oluyordu., Türkçeyi pek konuşamayanlar arasında çok da hürmet ettiğim ve aile dostumuz olan Prof. Kantorowicz de bulunuyordu. Kantorowicz, çok kültürlü ve geniş bilgili bir zat olduğu gibi her zaman tartışmaya ve hatta kavgaya hazırdı. Genellikle Bebek'ten köprüye beraber giderdik. Kantorowicz ile kavgaya tutuşmamak amacıyla vapurda nereye oturacağına dikkat ederek ve biraz düşünebilmek için başka yere kaçardık. Dostum Heilbronn ile Mısır Çarşısından yukarıya doğru bir yokuşu yayan olarak tırmanarak Süleymaniye'ye, Müftülük binasına gittiğimizde, Kantorowicz, Dişçilik Fakültesine gideceği için bizimle beraber yürürdü. Üçümüz yokuşu çıkarken, ağır yüklü br arabayı zorla çeken bir at, arabacı tarafından devamlı kırbaçlandı. Kantorowicz, ata yardım amacıyla “Haydi arkasından itelim” dedi. Üçümüz arabanın arkasından itmeğe başladık. Yollarımızın ayrıldığı noktada arabayı bıraktık ve bu esnada at da durdu. Arabacı hayretler içinde kaldı ve Kantorowicz'e “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu. Türkçesi zayıf olduğu için Kantorowicz “Arabam yok” dedi. “Eh” dedi arabacı ve devam etti: “Sen galiba hayvanları koruma cemiyetindensin. Kamçımı biraz senin için kullanmış olsaydım arabamı böyle çabuk bırakmazdın”, sonra atını yeniden kırbaçlıyarak kayboldu gitti.

    Türklerin Hoca dedikleri anlamda Péterfi, benim hocamdır. Daha Berlin'de doktora tezimle uğraştığım sırada, hücrelerin içindeki pH’ın ölçülmesi aklıma gelmişti. pH’nın ölçülmesi o zaman teknik açıdan büyük bir problem teşkil ediyordu. Her ölçüm için yeniden platin elektrodlarının hazırlanması gerektiği gibi Péterfi tarafından keşfedilen meşhur mikromanuplatörün kullanılması gerekliydi. Péterfi daima nazik ve neşeli görünürdü ve fakat aslında çok ağır bir mizaç sahibiydi. Yahudiydi ve siyasi düşüncelerinde solcuydu fakat aynı zamanda kendisini bir Macar Milliyetçisi kabul ederdi. Macaristan'da savaştan sonra solcu olan Belakhun Hükümeti bulunduğu sırada Çekoslovakya'dan, Bratislava'ya Prof. olarak gitmek için davetiye aldığı halde Bratislava'nın Çeklere bırakılması üzerine “Bizim Bratislavamız Çekler tarafından çalındı” dedi ve davetiyeyi reddetti. Kısa bir süre sonra faşist bir ihtilâl sonucu Macar olan solcu ve Yahudiler Macaristan'ı terketmek zorunda kaldılar. Péterfi önce Almanya'da meşhur Zeiss firmasında bir sığınak buldu ve orada mikromanuplatörün tamamlanması ile uğraşıyordu., Oradan Berlin'e geçti ve Kaiser Wilhelm Enstitüsünde misafir profesör olarak çalışıyordu. Kendisi ile orada tanıştım. Nazilerin baskısı sonucu yerini kaybetti. Önce İngiltere'ye sonra da Danimarka'ya iltica etti. Oradan da Türkiye'ye davet olundu. Tesadüfen Galata Köprüsünde karşılaştık. 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye'den ayrılıncaya kadar evimize eski bir dost gibi çok sık ziyaretlerde bulunuyordu. Hatta Macaristan'a dönmeden evvel son iki haftasım evimizde geçirdi. 2. Dünya Savaşında oğlu Rusya'da kaybolduktan sonra morali çok bozuldu ve ağır depresyonlar geçirdi. Kısmen çalışamaz bir hale geldiği sırada Sayın Üveis Maskar Bey gerçek bir dostu olarak ona vekâlet etmek zorunda kaldı. Üveis Beyin Péterfi’ye göstermiş olduğu dostluk ve samimiyeti şükranla anmak isterim. pH meselesi ise yukarıda izah ettiğim teknik sebeplerden dolar bulunuyordu. Doktorlardan birçok yerde yardım görmüşümdür.

    Bir gün İzmir'de eşim ile birlikte mahsur kalmıştık. Çünkü bavulumuz çalınmıştı. Polisler muhakkak bulacaklarını söyleyince İzmir'de kaldık. Bu arada paramız da kalmadı. Bu gerçek beni çok sinirlendirmişti. Eşim beni zorlayarak “I. Kordona kadar gidelim, herhalde seni tanıyan bir kimse çıkacaktır” dedi ve hakikaten 1. Kordon’da biraz gezdikten sonra genç bir delikanlı yanımıza geldi, elimizi öptü. “Demekki öğrencilerimdendir” dedim. Eşim beni dürterek “Söyle” dedi. Ben de biraz kekeliyerek kötü halimi anlattım. Genç Doktor cüzdanını çıkardı ve “Buyurun Hocam, size ne kadar lazımsa alın” dedi. Bavulumuzu hâlâ bulamamamıza rağmen İstanbul'a dönmek fırsatını bulmuştuk. Bu mert Türkün cömertliğini hiçbir zaman unutmıyacağım. Gayet tabi telgrafla borcumu iade ettim. Teşekkür mektubumu yazdım. Ancak bir daha bu gençten bir haber alamadım. Kanımızca Türkler mektup yazmayı pek sevmiyorlar.

    Gene öğrencilerimden olan başka bir genç doktor, eşimle beni güç bir vaziyetten kurtardı. Söke'de takıldık. Amacımız Milet'e, oradan da Milet'in yakınındaki Yeniköy Bucağına gitmekti. Ertesi sabah Yeniköy'e gidecek olan bir köy arabası vardı. Araba aslında dolu idi fakat bu genç doktor bizim de araba ile gitmemizi sağladı. Eşim, kızıyla birlikte şoför mahallinde oturan Bucak Müdürünün yanında biraz dar olmakla beraber bir yer bulabildi. Benim için ise araya biraz alçak olan bir iskemle konuldu. 1950 senelerinde bir köy otobüsünü tasavvur edin.. Pencereleri yok, oysa Menderes Ovasında toz çok. Böyle bir toz bulutu içinde çalkalanarak yolumuza devam ettik. Tozdan gri renge boyanmıştık. Kaşlarımızdan sanki bir toz yağmuru akıyordu. Yarı karanlık olan bir çayhanede mola verdiğimizde tesadüfen Bucak Müdürü ile birlikte aynı masaya oturduk. Müdür halinden şikâyet ederek “Ben de başka bir meslek sahibi olacaktım” dedi. “Nasıl” diye sorduğumda cevap olarak “Üniversiteyi bitirecektim” dedi. “Hangi Fakültede okudunuz?” soruma karşılık “F.K.B.de idim” dedi (Fizik, Kimya, Biyoloji). Öyleyse “Prof. Navüle'in öğrencisiydiniz” dedim. Bana hayretle baktı “Hayır Naville'i tanımıyorum” dedi. “Öyleyse kimden okudunuz?” diye sordum. Cevap olarak “Vallahi herifin ismini bilmiyorum”, “Kosswig miydi” dediğimde “Tamam” dedi. “O zaman Müdür Bey derslerime fazla girmiş sayılmazsınız” dedim. Şimdi halimizi tasavvur edin. Ağzımızın etrafı tozdan kararmış haldeyiz. “Sizi şimdi tanıdım Hocam” dedi ve elime sarıldı. Bu andan itibaren de bize en güzel bir şekilde yardımcı oldu. Yani Sayın Müdür işin kolay tarafını bulmuş, öğrenci sıfatıyla İstanbul'da iş görmüş, fakat derslerimizden pek de istifade etmemiştir.

    Tavassutu sevmem. Ancak bir sefer Erzurum'da böyle bir faaliyette bulunmak zorunda kaldım. Doktora tezini bitirmek üzere bulunan bir asistan, tatil dolayısıyla sınava giremedi ve sınava girmeden askere gitmek zorunda kalacaktı. Kendi kendime “Kosswig, sen Çakmak Hastahanesine git, oradaki komutanla görüş, müsaade buyursunlar da rapor alarak, çocuğu sınava sokalım, sonra askerliğine gitsin” dedim. Çok tereddüt ederek asistanı yanıma alıp gittim. Kumandan bir Albaydı ve birkaç gün sonra general olarak Ankara'ya tayin edilecekti. Odasına girince “Merhaba Hocam, eski öğrencilerinizdenim” dedi. Yanıma aldığım genç asistanı uzağa bir yere oturttu. Eski hatıraları canlandırdık. Arada telefonlar çalıyor, emirler veriliyor. Ben tereddüt ederek derdimi anlatmak fırsatı bulamıyorum. Albay gene bir emir verdi, diğer doktorları çağırttı ve “Hepsi sizin talebenizdi” dedi. Bu. grup içinde tavassutumu hiç de söyleyemezdim. Biraz da diğer doktorlarla konuştuktan sonra albay dedi ki “Ordumuzun görevlerinden birisi de ilme hizmet etmektir. Bu asistan sınav öncesi bir sinir krizi geçirmiş, ona göre rapor alacak ve şimdilik asker olamaz”. Böylelikle istirhamımı söyleyemeden tavassutta bulunmuştum. Yani eski öğrencilerim arasında bir rektör ve belki de birkaç paşa mevcuttur. Hepsi sağolsunlar. 

    Bilimsel amaçla yaptığımız gezintiler esnasında pek tabii zaman zaman belki de hayatımızı tehlikeye sokan hadiseler olmuştur. Konuşmamın bu son kısmında bir hususu daha zikretmek isterim: 1942 senesinde yaz aylarım Eğridir'de geçirmek kararını vermiştik. Bütün aile efradı ile birlikte oraya gittik. Fakat ben, birkaç gün sonra iki öğrencim ve 1. oğlumla birlikte Eğridir Gölü civarında bir gezintiye çıktım. Derslerimden birisinin sonunda “Eğridir tarafından gelen öğrencileri varsa ve benimle birlikte Eğridir civarında bir gezintiye çıkmak istiyorlarsa bana müracaat etsinler” dedim. Hakkı ve Nazmi adındaki iki genç bana müracaat ettiler. Her ikisi de mağrur ve sportmen, tipik köylü çocukları idi. Hakkı, Senirkentli idi Nazmi ise Ulubolu'luydu. Senirkent'te Hakkı'nın babasına misafir olarak bulunduğumuzda, civarda mağaraların mevcut olup olmadığını sordum. Eğridir etrafındaki dağları tasavvur edin. Çok sarp ve çetin. Tepelere doğru yollar daralıyor, sağ ve solda 200-300 m. derinlemesine bakabilirsiniz. Zirvede ise bir mağara varmış, Aslında mağaralar genellikle bu gibi yüksek yerlerde bulunmaz. “Mağarada su var mı?” diye sorduğumda, kahvehanede harikulade şeyler anlattılar. “Gittiniz mi?” diye sorduğumda cevap olarak “Dedelerimizden öğrendik” dediler. Böylesine renkli olan bir hikâyeden sonra deneyelim diyerek yola koyulduk. Ancak yolumuzu kaybettik ve doğrudan doğruya mağaranın bulunduğu yerin bir kaç metre altındaki kayalık ve dik olan bir duvarın önünde bulduk kendimizi. 10 yaşındaki oğlum bu sarp olan kayanın bir erozyon çukurundan tırmanarak yukarı çıktı. Yukarıdan “Mağara küçük, kupkuru, iki de güvercin kaçtı” şeklinde bağırdı.  Bu iddianın gerçek olması gerektiğinden çıkmaya karar verdik. Nazmi ve Hakkı ayakkabılarını aşağıda bırakarak, antrenmanlı olmalarına rağmen zorla çıktılar. En son olarak ben de çıkmağa başladım, O zaman yaşım 39 idi. Ben tabii oğlum kadar kolay çıkamazdım. Gücüm kalmadığından duvara yapıştım. İnmek de mümkün değil. Kendimi bırakırsam taşlar arasında fena bir şekilde yaralanabilirdim. Tırmanmağa da devam edemediğim için parmaklarım titremeğe başladı. Yukarıya varan Nazmi bu durumu görmüş olacak ki sırtını kayalara dayıyarak biraz aşağı indi ve “Hocam ayağımı tutun” diye bağırdı. Böylelikle hiç olmazsa kayalardan daha emin bir destek buldum. Kısa bir soluk alıp vermeden sonra çıkmağa devam edeceğim konusunda karar verdim. Yine aynı zorluklarla karşılaştım ve 2. defa takıldım. O zaman Nazmi biraz daha inerek -ki onu nasıl becerdiğini hâlâ da bilememekteyim- elini uzattı. “Ver elini” diye bağırdı. Bir saniye süre ile havada kaldığımı hissettim, sonra beni yukarıya fırlattı. O, bu hareketi yapmamış olsaydı istikbalim karanlıkta kalacaktı. Ertesi gün Senirkentliler durumu öğrendikten sonra yemin ederek “Başka mağara da var ve oraya giderseniz su da bulacaksınız” dediler. Hoca yorgun diye bana bir de at buldular. Atın eyeri yoktu. Komşudan bir eyer aldılar ki o da bineceğim ata uymuyordu. Sonuçta bir tahterevallide imiş gibi yukarı doğru çıktık. Bütün yol, taşlık ve kayalık. At kaydı, eyeri düştü ve kendimi bir taş yığını içinde buldum. Önemli bir sakatlığım olmadı ama ondan sonra yaya olarak devam etmeme müsaade ettiler. Atın yanında bir merkep de yemeklerimizi v.s. taşıyordu. Bir de ne görelim. Merkep yolunu şaşırmış, sarp olan kayalar arasında hareket edemez bir hale gelmişti. Nazmi gidip merkebi yularından tutarak hayvana vurduğu bir yumrukla onu faaliyete geçirdi. Merkep zıpladı, kaydı fakat Nazmi yularını tuttuğundan onu bırakmadı. Her ikisi birlikte aşağı doğru yuvarlandılar. Büyük bir tesadüf eseri kayalık bir sütunun bir tarafına merkep, öbür tarafına Nazmi takıldı. Nihayet her ikisi de ölüm tehlikesini atlattılar ve yolumuza devam ettik. Nazmi'ye “Oğlum, dün Hocanın, bugün de eşeğin hayatını kurtardın” dediğimde, hayretle “Estağfurullah” tan başka bir şey demedi . (3)

Ne Mutlu Türküm Diyene.

C. Kosswig

(1) Bk. Fritz Neumark: Zuflucht am Bosporus, Deutsche Gelehrte und Künstler in der Emigration 1933-1953. 1, AufL Frankfurt/M. (1980), s. 100.
(2) Bk. Horst Widmann: Exil und Bildungshilfe. Die deutschspraehige akademische Emigraticn in die Türkei nach 1933. Bern - Frankfurt/M. 1973.
(3) Türkçe metnin düzenlenmesi Dr. Nuri Aktaç

Bilgisayar ortamına aktaran: Yrd.Doç.Dr. Levent Yurga