1933 ve Sonrasında Türkiye'ye Gelen Alman Bilim İnsanları
Ernst Reuter batı Berlin belediye başkanı seçildikten sonra teşekkür ediyor (1948)Almanya'da 1933 yılında Nazilerin iktidar olmasıyla çalışma olanaklarını kaybeden, bunun sonucu ülkelerini terk eden ve bir kısmı Türkiye'ye taşınmak zorunda kalan Alman bilim insanları ve uzmanları Türkiye'de, özellikle genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kamusal alanda yeniden organize olmasına, başta üniversiteler olmak üzere, modern eğitim sisteminin kurulusuna yaptıkları katkılarla hatırlanıyorlar, özellikle 1933 Üniversite Reformu nedeniyle değerlendirme konusu oluyorlar.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan ve savaşın sonuna kadar devam eden bu sıradışı olay, genellikle yapıldığı gibi sadece bir sığınma eylemi olarak, Türkiye'nin vatanlarını terk etmek durumunda kalan bu seçkin insanlara kapılarını açması gibi bir kapsam içinde ele alınabilir mi? İltica olgusu, elbet zorunluluklardan, insanların yaşadıkları yerlerdeki katlanılması olanaksız ekonomik sosyal siyasal şartlar sebebiyle meydana gelir. 1930'lar Almanya'sında da birçok kimseyi ilticayı zorlayan dramatik siyasal ortamın etkisini biliyoruz. Ancak çok sayıda aydın ve meslek.sahibi uzmanın topluca Türkiye'ye gelişlerinin özünde başka ve ciddi faktörlerin varlığını da biliyoruz. Hatta denebilir ki, en az Almanya kaynaklı sebepler kadar, Türkiye'deki sosyal, kültürel gelişmeler de bu geniş çaplı entelektüel insan gücü hareketini belirlemiştir. İltica, genellikle tek taraflı ihtiyaç ve insan iradesinin sonucu olan bir eylemdir. 1933'deki Alman hocaların, sanatçıların, uzmanların Türkiye'ye gelişinde ise karşılıklı "muhtaçlık" olayın esaslı unsurudur, belirleyicidir. Yani, Alman aydınların yurtlarından ayrılma mecburiyetleri kadar. Türkiye'nin de söz konusu köklü sosyal, kültürel yenilik programlarını yürütmek için aynı dönemde nitelikli insan gücüne olan ihtiyacı, olayı yalnızca sıradan bir "iltica" hareketinden tamamen farklı anlam ve boyutta algılamamızı gerektirir (Murat Katoğlu).

Almanya ve Türkiye'deki Durum
Ernst Praetorius, Ankara (1937)Her şey 1933 yılının 30 Ocak günü Adolf Hitler yönetimindeki Nasyonal Sosyalistlerin Almanya'da iktidara gelmeleri ile başladı. Hemen ardından ırkçı bir anlayışla ari olmayanlar ve muhalif olanlar kamu hizmetinden uzaklaştırıldı. Bundan kamu yöneticilerinden başka, hakimler, sağlık görevlileri, yüksek okul öğretmenleri ve diğer öğretmenler, tiyatro ve orkestra sanatçıları, ulaşım sektöründe çalışanlar vb. gibi geniş bir kesim etkilendi. Sanat alanında sanatçılar boykot edilmeye başlandı, bunların eserleri müzelerden çıkarıldı, tiyatro oyunlarının ve müziklerinin sahnelenmesi ve çalınması yasaklandı. Başlangıçta amaç issiz bırakılan ve tümüyle kısıtlanan istenmeyen kişilerin göçe zorlanmasıydı. Kısa bir süre sonra göçlere neden olan bu uygulama, ikinci Dünya Savası koşullarında, göç olanakları sınırlanınca, tüm dünyanın bildiği kitlesel katliamlara dönüştü.

Bu sırada Türkiye, Atatürk'ün öncülüğünde kapsamlı bir eğitim reformuna hazırlanıyordu. İlk ve orta öğrenimde, eğitim sisteminde önemli yenilikler gerçekleştirilmişti. Sırada Darülfünun, yani üniversite vardı. Cumhuriyet'in kurucularının Osmanlı imparatorlugu'ndan miras aldıkları ve ülkenin tek üniversitesi olan Darülfünuna bastan beri önem verdiklerini, destek olduklarını, özerklik tanıdıklarını, yönetimine müdahale etmediklerini ve istanbul'un ünlü Harbiye Nezareti binasını (bugünkü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) kuruma verdiklerini belirtiyor. Buna karşın kurumdan beklenen evrensel bir üniversite niteliklerine kavuşmasıdır. Ancak beklenen reformlar gerçekleşmeyince, 1932 yılında Cenevreli pedagoji profesörü Albert Malche, Türk hükümeti tarafından yüksek öğrenim kurumunda reform yapılması için davet ediliyor.

Malche'nin hazırladığı rapor hükümetin üniversite reformunu daha köklü olarak ele alması, bu konuda yabancı öğretim üyesi ihtiyacının ortaya çıkması gibi sonuçlara yol açıyor ve Milli Eğitim Bakanlığı bununla görevlendiriliyor. Bu sırada Almanya'yı terk eden ilk göçmenler arasında yer alan Alman bilim adamlarıdır. 1933 yılının Mart ayında, Philipp Schwartz önderliğinde Zürih'te bir araya gelerek bir danışma merkezi oluşturuyorlar. Mayıs ayında Albert Malche, Philipp Schwartz'a Türk hükümetinin Batı Avrupalı bilim adamları aradığı haberini veriyor. 6 Temmuz'da Philipp Schwartz Ankara'da eğitim bakanlığı reform komisyonu üyeleri ile eğitim bakanı Reşid Galip'in başkanlığında biraraya geliyorlar.

Örneği Gösterilemeyecek Örnek Bir Olay
Carl Ebert, Berlin (1950)Schwartz, bu toplantıyı ve bundan sonraki gelişmeleri söyle özetliyordu: Bize şu konuda bir profesör önerebilir misiniz? Bu soru tüm öğleden sonra otuz kez yeniden soruldu ve gittikçe artan bir heyecanla cevaplandırıldı. Ben ve toplantıya katılan herkes zamanı unutmuştu. Almanya'dan utanç verici kovuluşun o saatler içinde anlamlı bir yaratıcılığa dönüştüğünü biliyordum. Olağanüstü güzel ve Batı vebasının uğramadığı bir ülke keşfetmiştim! Dayanışma Derneği kanalıyla önce 30 bilim adamının üç ile beş yılla sınırlı olarak çağırılması karara bağlandı. Türkiye'de politik etkinliklerde bulunmayacaklarını içeren anlaşmalar İsviçre'deki Türk büyükelçiliğinde hazırlandı. Bu arada yerli profesörlerin maaşlarının biz yabancılara verilen maaşların o zamanlar yarısından daha azdı. Hatta dörtte biri oluşu gerçeği başlangıçta bazı Türk meslektaşların kıskançlığına ve bu yüzden de reform hareketine karsı çıkmalarına neden oldu. Kontrat süresi içinde derslerin Türkçe olarak verilmesi ve Türkçe uzmanlık alanı kitapları yayınlanması zorunluluğu vardı.

Bu anlaşmayı. Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yaptık. 500 yıl önce istanbul'u kuşattığımız zaman Bizanslı bilginler İtalya'ya göç etmişti ve buna engel olamamıştık. Bugün Avrupa'dan bunun karşılığını alıyoruz. Ulusumuzun yenileştirilmesini umut ediyoruz. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin. Size teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım" sözleriyle kutlayan Reşid Galip Bey, "daveti kabul eden herkesin, özgür ya da tutuklu olsun ya da toplama kampında bulunsun, Türkiye Cumhuriyeti'nin memuru kabul edileceği ve Türk koruması altında olacağı garantisini verdikten hemen sonra ilk sığınmacılar Türkiye'ye gelmeye başladı.

Genç Türkiye Cumhuriyeti reforma o kadar istekli ve hazırlıklıydı ki. bu görüşmeden bir ay bile geçmeden, 31 Temmuz'da Darülfünun'u kapatılmış, 1 Ağustosta İstanbul Üniversitesi açılmıştı. Reformlar hızla başlatıldı. 1933'te toplam olarak 800 Alman uzman aileleriyle birlikte Türkiye'de çalışmaktaydı.

Philipp Schwartz'ın 1933'te İstanbul'a taşınmadan önce Dayanışma Derneğinde yaptığı veda konuşmasında bu gelişmeyi kendileri açısından şöyle değerlendirecekti: Amaç yalnızca yaşamımızı güven altına alacak bir iş yeri bulmak değildi. Bütün emelimiz yeteneklerimizi geliştirmeye ve varoluşumuzu sağlayan düşünce yapısına ve bilime olan borcumuzu ödeyebileceğimiz bir hizmeti verebilecek ortam bulmaktı. Bugün henüz açıkta bırakılmamızdan altı ay geçmiş olmasına karşın, hiçbirimiz yalnız değiliz. Sakin ve kendine güvenli geleceğe bakabiliriz. Kendini hocalığa ya da araştırmacılığa adamış olan herkes işine devam edebilecek ve bu arada yeteneğini belki de bir kez ya da on kez daha yeni baştan kanıtlayabilecekler.

Dramatik ve Entelektüel Bir Buluşma
Bruno Taut  (1933)Murat Katoğlu bu gelişmeyi şöyle değerlendiriyor: Görüldüğü gibi bütün bu ifadeler, Alman hocaların tek taraflı bir iltica zorunluluğundan tamamen ayrı olarak Türkiye tarafının siyasi, kültürel ihtiyacını ve kararlılığını kanıtlamaktadır. Ayrıca, İstanbul Üniversitesi'ne gelen hocaların dışında çeşitli kamu görevlerine getirilen Alman uzmanlar için de aynı şartların ve anlayışın geçerli olduğunu bilmekteyiz. Ankara ve İstanbul'da üniversitelerde ve değişik devlet kuruluşlarındaki bu çerçevedeki görevlendirmeleri sıradan bir iltica yaklaşımının dışında son derece özgün bir "entelektüel" transfer olarak değerlendirmek yerinde olur. Şu da unutmamalıdır ki, bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti'nin davet ve görevlendirmeleri olmasa, herhalde başka ülkelere yöneleceklerdi. Herhalde Türkiye'yi iltica edilecek ülke olarak seçmeyeceklerdi. Bu insanlar için Türkiye seçeneği ancak Cumhuriyet hükümetlerinin yukarıda kısaca değinilen kararlı reform hareketlerinin ve bunun gereği olan nitelikli insan gücü talebinin sonunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla "sığınmacı", "mülteci" gibi kavramlar bu dramatik, entelektüel buluşmanın anlamını daraltmaktadır düşüncesindeyiz".

Dünyanın 2. Dünya Savaşına hazırlandığı, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin modernleşmek için son derece dikkate değer atılımlar yaptığı olağanüstü bir dönemde gerçekleşen bu sıra dışı olay bugün Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkilerde yapıcı bir örnek olarak olarak hatırlanmaya değer özellikler gösteriyor.

Türkiye ile İlişkilerini Sürdürdüler
Georg Tabori (1930)İkinci Dünya Savaşı'nın zor koşullarında Türkiye'de kalan sığınmacılar çalışmalarını sürdürdüler. 2 Ağustos 1944'te Türkiye ve Almanya arasındaki diplomatik ilişkinin son bulması üzerine Alman vatandaşlarının Türkiye'yi terk etmeleri istendi. Geri dönmek istemeyen 626 Alman vatandaşı Anadolu'da mecburi ikâmete tabi tutuldu. Devlet memurları, üniversite profesörleri ve doktorlar mecburi ikâmetin dışında bırakıldılar. 8 Mayıs 1945'te İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra 1946 Ocak ayında mecburi ikâmete tabi tutulanlar serbest kaldılar. 13 yıl süren bu dönem sona ererken sığınmacıların önemli bir kısmı kendi ülkelerine döndüler ya da çalışmak için başka ülkelere gittiler. Ancak kendileri Türkiye ile olan ilişkilerini kaybetmedikleri gibi Türkiye'de doğan ya da yetişen çocukları da bu ülkeyi unutmadılar. Bir kısmı daha uzun bir süre Türkiye'de kalarak hizmetlerini sürdürdü. Almanca konuşan 28 sığınmacı ise Türkiye'de kaldı ve çoğu burada öldü.

1986 yılında İstanbul Üniversitesi girişinde Alman bilim insanlarının anısına bir hatıra levhası konuldu. Alman Cumhurbaşkanı Richard von Weizsaecker konuşmasında: Bilim vicdan sorunu olmaktan çıktığında, ırkçı ve cani bir ideolojinin emrine sokulmaya zorlandığında, en iyi ve en doğru hocalarımız ülkemizi terk etmek zorunda kaldı, başka bir yerde bilimsel çalışma özgürlüğünü bulmak için. Çünkü ülkelerinde bu onlara sağlanmamıştı demişti.

Türkiye'nin bu insanlara karsı tutumunu gösteren en anlamlı örnek olarak, Türk modern mimarlığının kurulmasında temel taşı oluşturan ve Atatürk'ün katafalkını yaptıktan sonra hastalanarak ölen Bruno Taut'un Edinekapı Şehitliğinde yatıyor olması gösterilebilir.

HAYMATLOZ
Özgürlüğe Giden Yol Broşüründen
1 Kasım 2007-30 Kasım 2007
Ege Üniversitesi Kampüs Kültür Merkezi Sanat Galerisi, Bornova-İZMİR


 

Ernst Praetorius, Ankara (1936)Stern ailesi (1947)Rudolf Belling atölyesindeGeorg Tabori 1992'de Auschwitz'deGeorg Tabori, Bertolt Brecht'in 1992'de Yahudi karşıtı yazılarla kirletilen mezarındaErnst ve Hanna Reuter (1946)Eduard Zuckmayer, Ankara (1951)